Rengarenk şekerlemeler, bisküviler, çikolatalar, tatlılar, kurabiyeler, kekler, dondurmalar, reçel, kola, gazoz, meyve suları, aromalı içecekler, aromalı maden suları, vs vs nin gerçek yüzleri ile tanışalım mı?
Nasıl da sinsi ama masum şekilde hayatımızın orta yerinde vakur bir kraliçe gibi duruvermekteler... Kimisi cancanlı paketleri ile, kimisi iç gıcıklayan reklamlarla, kimisi paketlerinin üzerinde kocaman harflerle 'katkısızdır' yazısı ile güven vererekten, kimisi de kola gibi, yıllar önce ilk üretimindeki şişesinin kıvrımlarının bir kadın vücuduna benzetilerek, bilinçaltına subliminal bir mesaj olarak girivererekten...
Yüz yıl önce bir kişi bir yılda ortalama 2.5kg şeker tüketirken, şimdilerde akıllara ziyan bir şekilde 75kg'a yükselmesi pek de hayra alamet görünmüyor.
Bir çakma star gibi adeta. Peşinde milyonları sürüklüyor namert...
Ama bugün 'tanışma günü'. Yeni tanışan iki insan gibi yapacağız. Karşı tarafı daha yakından tanımak için şöyle bir süzmek yeterli değildir ya hani. Meziyetlerini, marifetlerini, nelerle uğraştığını anlamaya çalışırız yeni tanıştıklarımızın değil mi? Şekerin de özgeçmişi ile birlikte başka ne maharetleri varmış görelim bakalım.
Yaklaşık iki yüzyıl önce, sanayi devrimi ile şeker pancarından şeker üretimine geçilirken, daha evvel şeker kamışından, daha az miktarlarda üretilip, daha pahalı olarak ancak zenginlerin sofrasında yer bulabilmişken, fabrikaların kurulması ile şeker üretiminin katlanarak artması ve ucuzlaması ile şeker tüketim çılgınlığı alıp başını gitmiştir.
Türkiye'de ilk şeker fabrikası 1926'da kurulmuştur. Cumhuriyet tarihinde ilk şeker fabrikası/ları kurulurken, gel zaman git zaman, şekerin aynı zamanda hastalık üreten de bir fabrikaya dönüşeceği bilinseydi, öyle bayram gibi kutlamalar yine yapılır mıydı diye düşünmeden edemiyor insan...
Ya da Nazım Hikmet, şekerin böyle bir baş belasına dönüşeceğini bilseydi, Hiroşima'da ölen yedi yaşındaki kız çocuğunun ağzından 1956'da yazdığı şiirinde 'Benim sizden kendim için hiçbir isteğim yok/ Şeker bile yiyemez ki kaat gibi yanan çocuklar...' derken, şeker sözcüğünü hiç bulaştırmazdı dizelerine belki de...
Grimm Kardeşler, Hansel ve Gretel masalını, 19.yy da yazarlarken, masal kahramanı iki küçük çocuğun ormanda kaybolup acıkıp, cadının, şekerden ve çikolatadan yapılmış evinin kenarından, kıyısından kopararak yemelerini başka türlü yazarlardı belki...
Doğum günleri, nikah şekerleri, bebek mevlüdleri gibi say say bitmeyen en özel günlerde, sevdiklerimize lezzetli ve görsel şölen sunarken nasıl da gururluyuz?? Küçük çocukları sevindirmek için şekerleme ikram ederken nasıl da keyifliyiz??
Rafine şeker tüketimi, zannedildiği gibi sadece diyabete zemin oluşturmakla kalmaz ya da sadece diş çürümesi de değildir ettikleri.. Obesite, kalp hastalıkları, kolesterol yüksekliği, astım, bağışıklık sisteminde zayıflama (yani bakteri, virüs ve parazitlerle mücadele yeteneğinde zaaf), sürekli insülin yüksekliğine neden olarak polikistik yumurtalık sendromundan kansere, çocuklarda hiperaktiviteden, yetişkinlerde yaşlanmayı hızlandırmaya, aknelerden miyop oluşumuna kadar birçok hastalığa davetiye çıkarır.
Maalesef son on-onbeş yılın çocukları, adeta küçük birer yaşlı gibiler...
Biz sağlık profesyonelleri, rafine şekerin yediği bu haltları halka henüz tam anlatamamış ve idrak ettirememişken (maalesef tv reklamlarından daha etkin olamıyoruz), glikoz şurubu (diğer adıyla mısır şurubu) tüm endamıyla karşımıza dikilivermesin mi?
Glikoz şurubu, mısır nişastasından elde edilen bir şeker türüdür. Bir ölümcül zehir olarak, astım, kanser, multipl skleroz, alzheimer, hormonal dengesizlikler üzerindeki rolü ile, daha henüz bilinmeyenler ve önümüzdeki onyıllarda uzun vadede ne ile karşılaşacağımızı bilemediklerimiz...
Mısır şurubu, normal şekerden çok daha tatlı olması ve daha ucuza mal edilmesi ile, gıda üreticilerinin gözlerinde dolar ikonu oluşturuverdi!! Gözdesi oluverdi onların...Çünkü bu düşük maliyet, yüksek kar anlamına geliyordu...Tadının da anlaşılamayacak kadar rafine şekere benzemesi ile birçok gıdanın içine giriverdi...Ancak aldığınız gıdanın içindekiler kısmında yazıyor ise, içinde olduğunu bilirsiniz...
Normalin yarı fiyatına veya daha azına satılan baklava, tatlılar, künefe, lokum, cezerye, şekerlemelerde, mısır şurubu kullanılmış olması muhtemeldir...
Ketçap, hazır çorba, puding, kahve kremaları, hazır nar ekşisi ve diğer soslarda da mısır şurubu ihtivasının olduğunu hatırlatmakta fayda var...At izi, it izine karıştı anlayacağınız dostlarım...
Sahi ne oldu bizim geleneksel kuru üzüm, kuru kayısı, hurma, kuru dut, elma, incir, keçi boynuzu, doğal bal ve pekmezlerimize...Ne ara unutuluverdiler...
Her ne kadar doğal şeker barındırıyor olsa da, gerek kuru gerekse taze meyvelerin sınırsız yenmeyeceğini belirtmek isterim...Elbette karbonhidrat ihtiyacı bu doğal gıdalarla sağlanabilir ancak yeteri kadar yenerek...
Tüm bunları anlattığım hastalarım 'Ben zaten çayıma kahveme şeker atmıyorum ki!' derler gururla...Ama, şekerin ne kadar yaygın şekilde başka gıdalarda da bulunduğunu söylediğim zamanki bazıları gibi 'Amaan be hocam, atın ölümü arpadan olsun be yahu!' dedirtmediğimi umuyorum...
Bu meyveler yetiştirilirken veya bazen kurutma işlemi esnasında da pek çok kimyasal kullanıldığını, paketlenmişse eğer yine raf ömrünü uzatmak için eklenen kimyasallar konusunu da düşününce içimi afakanlar basmıyor değil...
Ancak, doğa intikamını istisnasız her zaman alıyor maalesef...Türlü türlü hastalıklar oluşturaraktan, usulca önce kendisine, sonra insana saygıyı hatırlatmaya çalışırcasına...