Duygular, tepkiler, düşünceler, sorumluluklar, anılar, alışkanlıklar, hedefler, değerler, inançlar, kalıplar, deneyimler, ağrılar, bağımlılıklar, sezgiler, hastalıklar, bedensel işlevler vs vs gibi milyonlarca verinin depolandığı kutsal alan: Bilinçaltı.
Bilinçaltı dediğimiz, beyinde bir oluşum, bir oda demek değildir. Zihin modelinde, zihin işlevinin %10'u bilinç, %90'ı ise bilinçaltı tarafından yürütülür. Bir buz dağı gibi düşünülürse, daha net anlaşılabilir.
Hani o çok mantıklı davrandığınız anlar var ya, hani çok adil kararlar verdiğiniz zamanlar... Hani o çok iyi işlettiğiniz süreç yönetimi... Gibi gibi gibi birçok durumun biricik yöneticisi ve sorumlusu %90 ihtimalle bilinçaltıdır. Yani buz dağının o meçhul su altındaki kısmı...
Hatıraların depolanma ve düzenlenme yeridir de aynı zamanda. Anıları kaydederken, acı-tatlı olarak ayırırken, bunu duygulara göre yapar. Duygular, dilidir bilinçaltının. Hatırayı, hayatın herhangi bir döneminde, ama çok daha önce hissettiği aynı duygu ile beraber eşleştirir ve depolar.
Hiç düşündünüz mü, çok gergin ve sıkıntılı iken, ılık bir duş alındığında neden sakinleşiveririz?
Endişeliyken veya acı bir deneyim yaşamışken, neden yorganın altına girip, dizlerimizi göğsümüze doğru çekip yatmak isteriz??
Yorgan orada ana rahmi görevi görür artık...Ilık duş ise adeta rahim içi suyu (amnion sıvısı) görevini üstlenir...
Kişi sıkıntıya girdiğinde, bilinçaltı o bedeni alır, anne rahmine götürür adeta ki, kendini en rahat, en sakin, en huzurlu, en güvende hissettiği yer orasıdır çünkü...
Kaldı ki zaten bilinçaltı dediğimiz oluşumun en temel görevi, sahibi olduğu bedeni 'korumak'tır. Yüzlerce görev ve sorumluluğu vardır ancak tüm bunların biricik amacı vardır; korumak..
Stres ve sıkıntı idame ederse, o bedende gelişebilecek muhtemel başka hastalık ve problem riskini gözardı edemez ve uyutur o bedeni ki, temizleyen-onaran tüm mekanizmalar devreye girsin ve bedeni normaline döndürsün diye...
Depresyona giren insanların fazla uyuması örneğin... Bir uykusuzluk dönemi de eşlik ettiği olur elbette ama o da başka bir yazının konusu olsun.
İşte o yüzden, eğer bir hastam 'uyuyamıyorum' veya 'ağrı uyutmuyor' diyorsa, endişe ederim.
Problemin ciddiyetinin boyutu öyle artmıştır ki, uyuyup normale döndürecek ilk doğal yeteneği bile kilitlenmiştir, zap-u rapt olmuştur bedenin...
Çocuklarda altı yaşına kadar , bilinç ile bilinçaltı arasındaki kapı henüz kapanmadığı içindir ki, oyuncak bir arabayı süren çocuğu dışarıdan izlerseniz, gerçekten araba sürdüğünü zannedebilirsiniz.
Veya oyuncak bebeğini kucaklarken, uyuturken, sanki gerçekten kendisi bir anne ve oyuncak bebek de hakiki bir bebek gibidir.
İşte tam bu lahza önemlidir. Altı yaşına kadar olan çocukların bilinçaltı, otorite kabul ettiği kişilerin söylevlerini, emir olarak alıp kaydetme yetisine sahiptir.
Öğretmenlere ve ebeveynlere düşen görevin büyüklüğünü tahmin edebiliyorsunuz değil mi?
Sen akıllısın, zekisin, değerli ve yeterlisin söylevleri , o küçücük çocukların bilinçaltı tarafından kabul ediliverir hemen. Hele de bu söylevlere duygu da eşlik ediyorsa, bilinçaltı kabul artık kaçınılmazdır.
Elbette ve ne yazıkki, tam tersi de doğrudur...'Ne biçim bir çocuksun, hiçbir şeyi yapamıyorsun, beceremiyorsun!' gibi bir söylevi de alıp kaydedebilen bu yapı, bir ömür boyu kişiyi ' ben yetersizim, ben değersizim' hissi ile boğuşturur da boğuşturur...
Neyse ki değişebilen, temizlenip arınabilen, şükürler olsun ki dönüşebilen bir yapı bu bilinçaltı...
Ne hoştur ki, bilinçaltı hayal ile gerçeği ayırdemez. Bilinçli zihin ile hayal ediyorsun ve bilinçaltı zihnin önce olduğunu zannediyor ve sonra da oldurtuyor...
İnsana çok acıkmışken sunulan, afiyetle yiyebilirsin denen lezzetli bir yemek gibi adeta değil mi?
İnsana verilen bir armağan bu: Hayal ediyorsun ve o gerçek oluyor!
Tabi ki hayal gerçekleşirken, üzerimize düşen ne varsa yapmamız gerekir. Aciz bir bekleyiş değil bu elbette..
Ve tabi ki, hayalin gerçekleşme sürecinde evrenin diğer kuantum yasaları da aynı düzleme girmesi gerekir...
Hepsi birbiri içinde erimiş, yoğrulmuş tatlı bir sır, kadim bilgiler aslında tüm bunlar...
Sırra ulaşmak ise, emek, zaman ve olgunlaşma gerektiriyor...
Ne diyor Mevlana (Batı dilinde Rumi);Hamdım, piştim, yandım...
Ne mutlu pişene, ne mutlu yanabilene...Ve tabi ne mutlu ham olduğunu idrak edebilene...